Maruz kaldığımız zorbalığa rağmen inatla seçimlerden bahsediyoruz, seçimlerimizin hiçbir öneminin kalmadığı üflenirken çay kokulu nefeslerle yüzlerimize.
Yüreği öfke ve nefretle dolu bir babanın şiddetle, baskıyla ev ahalisini zapt-u rapt altına alma çabası ne kadar nafile bir çabaysa, Erdoğan’ın şiddet ve baskıyla muhalif seçmeni durdurma gayreti de o kadar nafile bir çaba. Denemekten geri durmayacak tabii, sonuna kadar zorlayacak şansını. Çünkü ya tutarsa dümenini denemekten başka çaresi yok. Bu, Erdoğan’ın seçimi. Kendisini bu dar alana o sıkıştırdı. İstese gerçekten ölene kadar cumhurbaşkanı olarak kalabilirdi ama hırslarına yenildi.
“Erdoğan, korku imparatorluğu yaratayım derken kayıtsızlık imparatorluğu yarattı.. Bir otokrat için gerçekten berbat bir durum..” diye yazmıştım daha önce. O an büyük bir korku iklimi hâkim görünüyordu. Eylemler yoktu henüz ancak sosyal medyada yüzlerce insan yapılan her açıklamayla alay ediyor, binlercesi de bu alayları beğeniyordu. İnsanlar Silivri’nin soğuk olduğunu biliyor ama pek de önemsemiyordu. Yakın zamanda Silivri’ye giden gençler haber gönderdi, Silivri pek de soğuk değilmiş. Bahardan mıdır, yoksa gençliklerinden mi bilemeyiz tabii. Ancak gitmesem de, görmesem de, korkmuyordum ve korkan insanlara da, itiraz etmediğimiz müddetçe evlerimizin de Silivri kadar soğuk olacağını anlatıyordum..
Kendimiz için, çocuklarımız için, ülkemiz için kaygılanıyorduk ama bu kaygılardan kurtulmak için AKP’li olmayı aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk. Çünkü görüyorduk, kurtuluş yok tek başına. Çoğumuz mahçup, ürkek ama aynı hedefe ilerliyorduk, yeniden özgür Türkiye. İktidar, özgürlüklerimizi elimizden alma konusunda her geçen gün yeni bir seviye atlarken, bir yay gibi geriliyorduk ve merak ediyorduk; İlk taşı hangi deli atacak?
İstanbul Üniversitesi, parti devletinin organına dönüşen yönetimiyle Ekrem İmamoğlu’nun 31 yıllık diplomasını bir emirle iptal etti. Üniversite Yönetim Kurulunun ciddiyetine varamadığı eylemin sonuçlarının farkında olan birileri vardı. O üniversiteye bir telefonla gelmemiş, bileğinin hakkıyla yerleşmiş ve tıpkı Ekrem İmamoğlu gibi diplomasını hak etmeyi bekleyen İstanbul Üniversitesi öğrencileri.. Bu akılsızlığa afalladılar ve iradelerini ortaya koydular.
Harçlığımı çaldınız, iş imkânlarımızı çaldınız, ev-araba sahibi olma ihtimalimizi sıfırladınız. Belki ben o diplomayla yurt dışında düzen kuracağım. Belki siz defolup gittikten sonra onurumla hak ettiğim pozisyonlara geleceğim, işte buna engel olamazsınız. Biz o üniversite sınavını FETÖ’nün cevaplarıyla kazanmadık, he heyyy, dediler.
Ve haklı isyanlarına engel olmak isteyen, dışarıdan bakıldığında yıkılmaz bir duvar, çelik bir iradeymiş gibi görünen polis barikatını biraz itekleyerek aştılar.. O barikatı aştıkları anda, bir şey olsa da aksak çağlayan gibi diyenler sel olup aktı öğrencilerin peşi sıra İstanbul Üniversitesi’nden, Saraçhane’ye.
Saraçhane bizimdir, seçimlerimiz bizimdir, başkanımız bizimdir, irademiz bizimdir, gelecek bizimdir. İşte şimdi daha manalıydı Ekrem İmamoğlu’nun çağrısı, “Kurtuluş yok tek başına. Ya hep beraber, ya hiç birimiz.”
Bayrağını alan gelmişti çünkü söz konusu olan vatandı. Bize hiç sormadan madenlerimizi satanlardan, okullarımıza kayyum atayanlardan, vatandaşlığımıza maddi değer biçip haysiyetimizi iki paralık edenlere karşı ülkemizi savunacaktık.
Saraçhane Gezi’den farklıydı, hem de çok farklıydı ama bu farkı bizzat iktidarın kendisi yaratmıştı.
Şöyle ki;
Bir defa alana giden yetişkinler, Gezi’den edindikleri tecrübeyle birbirini uyarıyordu. Türk bayrağı haricinde bayrak yok. Farklı grupların kendi gündemleriyle ilgili slogan duyarsak engel olacağız. Tek odağımız var, darbecilere demokrasi dersi vermek. Alana destek için gelen parti ve sendikaların kırlangıç bayrakları haricinde yalnızca Türk Bayrağı vardı gerçekten de.
Özgürlük talebimize içimizdeki bir gruptan Apo’nun serbest bırakılmasıyla ilgili bir slogan karışmıyordu çünkü bu iktidarın işiydi. Alanda Kürtler yok muydu, DEM Parti yok muydu, elbette vardı. Ama Kandil yoktu, o iktidarın işiydi. Taş atan yoktu, Molotof atan yoktu, zaten bunları nasıl yapacağını bilen de yoktu. Alanda kaos yaratan tek şey, polisin alanda hiçbir gerilim yokken gaz püskürtmesi ve mitinge dönüşen konuşmalar biter bitmez orantısız şiddet ve gözaltı sürecine başlamasıydı.
Peki, sadece demokrasi talep edilen bu ortam nasıl yaratıldı?
Erdoğan, CHP ve DEM Parti’nin Kent uzlaşısı formülünden rahatsız olmuş, dahası toplumun buna destek verdiğini görmüş ve muhteşem ikiliyi birbirinden ayırmak için çözüm-süzlük sürecini icat etmişti. Bu yeni bir şey değildi çünkü CHP ile HDP sonra DEM Parti’nin flörtü yeni bir şey değildi.
31 Mart 2019’da yapılan yerel seçimler Ekrem İmamoğlu’nun zaferiyle sonuçlanınca seçimin sadece bir kısmı iptal edilmişti. 23 Haziran’da gerçekleşecek ikinci seçimlerin hemen öncesinde belki Kürtleri kazanırız hamlesi yapan iktidar, Doç. Dr. Ali Kemal Özcan aracılığıyla Abdullah Öcalan’ın mektubunu okutmuştu. Öcalan mektubunda HDP’ye tarafsızlık çağrısında bulunmuştu. Yetmemiş, kardeşi Osman Öcalan TRT Kürdî’ye çıkarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve CHP’yi eleştiren bir röportaj vermişti. Kandil’in tapusu iktidarın elindeydi ama Kürtlerin tapusu elinde değildi. Kürtlerin büyük bir çoğunluğu, ağaya boyun eğmek, emirlere itaat etmek değil, seçmek istiyordu.
CHP ve DEM Parti’nin yaptığı şey, Kandil’le uzlaşıdan çok daha kıymetli bir şeydi, ittifak tabanda sağlanıyordu. Bu süreç hem kandil hem iktidar için büyük bir tehditti ve işin ilginç tarafı halkta karşılığı vardı. Devlet Bahçeli ve Erdoğan, 2023 seçimlerinde tüm hedef göstermelerine ve tehditlerine rağmen bu ittifakın zarar görmemesine hayret etmekte haklıydı. Bu yüzden Kent Uzlaşısı formülü CHP ve DEM seçmenini birleştiren bir kâbustu Erdoğan için, kontrol edilemezdi.
Yeni çözüm-süzlük sürecinde çok sabırsız olan iktidarın acelesinin sebebi merak ediliyordu. Acaba erken seçim olacaktı da öncesinde Kürt seçmeni yanlarına mı çekmeye çalışıyorlardı? Acaba Anayasa değişikliği için miydi? Acaba DEM ve CHP yan yana gelemesin diye miydi? Acaba Suriye’den dolayı mıydı? E şıkkı, hepsiydi ama hepsinde birden çuvalladılar. Çünkü niyetleri halis değildi. Dertleri bu ülke için iyi bir şey yapmak değil, kişisel ikballeriydi.
İşte bu kaygılar ve kavgalar Saraçhane’deki karma kitle için bir boşluk yarattı.
Zaten örtülü kavga halinde olan MHP ve AKP bir yandan birbirlerinden kurtulmak, bir yandan kendilerini garanti altına alacak şekilde iktidarda kalmaya çalışıyordu. Hayli çelişik ve çoklu arzular iki parti için de birçok süreci aynı anda yürüttükleri bir planı gerektiriyordu. AKP, MHP’siz bir milliyetçilik inşa ederken imkânsızı arzulayarak Kürtleri de yanına çekmeye çalışıyordu. MHP, AKP’den kurtulmadan önce DEM Parti ve CHP’yi garanti altına almak istiyor, ancak bunu da iktidardaki koltuğundan kalkmadan başarmaya çalışıyordu. Dengeler öyle hassastı ki, kullanılan her bir etken madde gram gram ölçülmeliydi ancak heyhat!! O yaba gibi elleriyle bu iktidar ortakları hassas süreçleri nasıl yönetebilirdi?
Bahçeli DEM’e ve CHP’ye aynı anda yeşil ışık yakıyor, Erdoğan tedirgin oluyor. Erdoğan, çözüm-süzlük süreci için görevi Devlet Bahçeli’ye veriyor, zaten çıkarları da bunu gerektiren Bahçeli görevi devralıyor. Yola birlikte çıkıyorlar mecburen. Devlet Bahçeli Öcalan’ı meclise davet ediyor, hemen sonra TUSAŞ’ta canlı yayında terörist saldırı gerçekleşiyor. İnfial olsun ister gibi bütün görüntüler servis ediliyor. Oluyor da zaten, Devlet bahçeli hedef tahtasına konuyor. Birilerinin planları tıkır tıkır işliyor. Bu olay resmen Bahçeli’ye yapılmış bir sabotajdır. Yıllar sonra bazı kişiler TUSAŞ saldırısı yüzünden vatana ihanetle yargılanırsa şaşırmayacağım.
Her neyse, çok uzattım, toparlıyorum. Sözün özü, iktidar ortakları çoklu amaçları için birbiriyle çelişik adımlar atıyor ancak sonraki adımlarını önceki adımlarının sonuçlarına göre atıyor. Yani demek istiyorum ki, ortada devlet aklı falan yok. İktidar kafası kesilmiş tavuk gibi panikle hareket ediyor.
Şimdi burası çokomelli!!
Erdoğan, bu kadar hassas bir süreç yürütülürken neden durduk yere İBB’ye saldırdı?
7 Şubat 2025’de Devlet bahçeli kalp ameliyatı geçirdi. Gelen dedikodulara göre ameliyattan kısa süre sonra bir ev kazası geçirdi ve zaten kötü olan durumu daha da ağırlaştı. Yani iktidar ortağı ile ilgili kaygılarından arınmıştı Erdoğan. Ortağının olurunu almak zorunda değildi. Birden bire çözüm süreci askıya alınır gibi oldu, süreç yavaşladı. Ardından baskı ve cebirle Ekrem İmamoğlu’nun diplomasına el konuldu ve İBB’ye kayyum atamak için harekete geçildi. Devlet Bahçeli olayları uzaktan izliyordu(!).
İşte yarım kalan çözümsüzlük sürecinden kaynaklanan hassas dengeler yüzünden Saraçhane meydanında Kürtler vardı ama PKK yoktu. Bu da yekvücut bir görüntü verilmesini sağladı. “Apo’ya özgürlük” sloganları atılsaydı alana gelmeyecek yeni nesil milliyetçi gençler, büyük bir özgüvenle Türk Bayraklarını sırtlarına asıp gelmişler, sisteme itiraz etmenin tadına bakmışlardı. Alandaki Türk bayrağı hâkimiyeti, bu davanın milli bir dava olduğunu vurgulamaya yetti de arttı bile. Bazı milliyetçi sloganlar küçük gruplarca tekrarlanıyordu ama İmamoğlu’nun sloganı alandaki herkesin sahiplendiği slogandı. Ya hep beraber, ya hiç birimiz.
Gençlerin bir kısmı okullarında okutulmayan andımızı okuyor, bunun Türkiye’nin geleceği için sağlıklı bir yemin olmadığını düşünenler “gençler işte” deyip geçiyordu. Alanda “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı atılıyor, militarizmden irrite olanlar bile anın coşkusuyla eşlik ediyordu. İmamoğlu’nun sesi Saraçhane’de yankılandığı anda ise alanda büyük bir çığlık kopuyor, ıslık ve alkışlar sesine karışıyor. Sorduğu sorulara hep bir ağızdan aynı cevaplar veriliyor. Alandaki herkes biliyor, burada tek bir millet yok ve kurtuluş yok tek başına. Bizi birbirimizden ayrıştıran bütün teferruatlar bir kenara bırakılıyor. Teferruat dediklerim için bu ülkede kardeş kardeşi vurdu bir zamanlar. İktidarın böl, parçala, yönet yöntemi çözüm-süzlük süreciyle fena halde ayağına dolanıyor.
Çözüm süreci bu iktidarın işi değil. Selahattin Demirtaş da içeride, Ekrem İmamoğlu da, Ümit Özdağ da. İşte bu üç siyasetçinin seçmenini o meydanda birleştiren buydu, hepimizin yaşadığı adaletsizlik birleştirdi bizi. Erdoğan nefreti birleştirdi. AKP saltanatına olan öfke birleştirdi. Adaletsizlik birleştirdi. Özgürlük talebi birleştirdi.
Sadece İmamoğlu için değil, demokrasiye sahip çıkmak, bütün siyasi partileri kontrol etmeye çalışan darbe cuntasına layık olduğu cevabı vermek için gittik Saraçhane’ye. Seçtiğimiz insanlar tarafından yönetilmek, kazandığımız okullarda okuyabilmek, tanış olduğumuz insanlarla yan yana durabilmek, bileğimizin hakkıyla kazanmak, kazandıklarımızı kaybetmemek için oradaydık. Çocuklarımız, geleceğimiz, ülkemiz için oradaydık.
Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi muhatabını bulmuş, gençler sebeb-i hikmetini anlayamadıkları uyarıların hikmetini anlamış, bilmedikleri kelimeleri öğrenmiş; cumhuriyetin, ulusal egemenliğin, demokrasinin ve en önemlisi saltanat ve hilafete karşılık özgürlüğün kıymetini idrak etmiş, “Emanetin bizde paşam” diye cevap veriyorlardı.
Gezi’den tecrübeli abileri, ablaları işten çıkmış, çocuklarını birilerine emanet etmiş, eyleme gelmişti. Seslerine ses olmuş, biz de boş değiliz ha edasıyla alanı doldurmuştuk. Yıllardır kıpırdamasını beklediğimiz gençlerin kıpır kıpır dans edişlerini izliyor, dövizlerinde yazan cümlelerin, işaretlerin anlamını çözmeye çalışıyor, atılan Gezi sloganlarına eşlik etmelerini keyifle izliyorduk.
Atalarımızdan, dedelerimizden, ninelerimizden beri hepimize çok görülen özgürlüğümüz için oradaydık..